Sosyal devlet ilkesinin bir gereği toplumun refah seviyesinin, dolayısıyla yaşam kalitesinin artırılmasıdır. Ancak buradan ne anladığımızı, içinde bulunduğumuz koşullar içerisinde yeniden yorumlamamız gerekir.
Bu ilkeye göre, gelir düzeyi düşük, işsiz, geçimini sağlamakta zorlanan ailelere devletimizin farklı kurumları tarafından yine farklı adlar altında yardımlarda bulunuluyor. İlçelerde bulunan sosyal yardımlaşma vakıfları aracılığıyla devlet, diğer taraftan da yerel yönetimler ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatıyor.
Ancak öyle görülüyor ki, artık bir yardım ekonomisi, furyası ve çılgınlığı başlamış durumda. Devletin kaynaklarının bir kısmı sosyal yardımlar adı altında halka dağıtılıyor. En acısı da bu ‘sosyal devlet’ ilkesi siyasetin ana propaganda malzemesi haline gelerek, ‘hizmet’in temel ölçüsü olarak görülüyor ve toplumda da bu şekilde algılanıyor.
Doğalgaz, akaryakıt, gıda, kömür, giyim hatta nakit para olmak üzere bir çok başlıkta yardımlar ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor.
Yoksulluk sınırının yaklaşık 12 bin TL’ye ulaştığı günümüzde neredeyse tüm kesimler geçimini sağlamakta zorlanıyor. Bu gerçek karşımızda dururken elbette ki buradan bir çıkış yolu bulmak gerekiyor. Ancak bunu yardım ekonomisiyle sağlamaya çalışmak, sorunların da kartopu gibi büyümesine neden oluyor.
Devletçi politikaları bir kenara iterek, AB’ye uyum süreci adı altında on yıllardır süren özelleştirmeler, kağıt, enerji, iletişim, gıda gibi hayati öneme sahip işletmelerin yerli ve yabancı sermayeye devri, tekelleşme, ithalat ve ihracattaki dengesizlik, dolayısıyla kaynakların bir avuç zengine aktarılması, halkın ise hiçte asgari düzeyde olmayan ücretlerle çalışması… Ve elbette ki sonuç yoksulluk.
Gıda fiyatlarında ciddi fiyat artışlarının yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. 4 mevsimi yaşayan bu topraklarda ne kadar meyve ne kadar sebzeye ihtiyacımız olacağını hesaplamaksızın plansız üretim ile bir üründe bir yıl arz fazlası yaşanırken, bir diğer yıl talebi karşılayamayan üretim gerçekleşiyor. Enflasyonu bir kenara bırakacak olursak arz-talep ilişkisi ile her yıl birbirinden farklı fiyatlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Bu topraklar öylesine verimli ki, biliyoruz, yaşadık, bir zamanlar tarım ve hayvancılığı ile öne çıkan ülkemizde hiçbir canlı aç kalamaz, yeter ki, nasıl üreteceğimizi ve zenginliğimizi nasıl paylaşacağımızı bilelim. Bir çok alanda olduğu gibi tarımda da tekelleşmeyi sona erdirerek asıl dayanışmayı birlikte üreterek gerçekleştirelim.
Gıdadan verdiğimiz örneği, tüm üretim süreçlerinde gerçekleştirmek mümkün değil mi sizce?
Bugün ittifaklar üzerinde şekillenen siyasetten bizim adımıza kararlar vermelerini bekliyoruz. Ancak öyle görülüyor ki, özelleştirmelere karşı bir duruşu muhalefet kanadında da görebilmiş değiliz. Bir zamanların kurtarıcısı NATO idi, şimdi de uzun yıllardır kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği’ni bizlere kurtarıcı olarak sunuyorlar.
Evet, hayatımızdaki bir çok konuda Avrupa Birliği uyum yasalarının getirdikleri ile yaşıyoruz. Elektrik faturalarında yaşadığımız sorun gibi, AB tarafından tarımsal üretime konulan kotalar gibi.
Şekeri ne kadar üreteceğimize onlar karar veriyor mesela…
Üretiminden dağıtımına enerjideki firmaları tek tek aradan çıkaralım bakalım, fiyatlar düşecek mi artacak mı, Cengizler filan hiç mi para kazanmıyor? Aydınlıkta yaşamamız için çok mu fedakarlık gösteriyorlar, yoksa emeğimizle kazandıklarımıza göz mü dikiyorlar?
Tüpraş’tan, Petkim’den, Türk Telekom’dan, şeker fabrikalarından, tekelden, yağdan, şekerden, çaydan, eğitimden, sağlıktan… patronların cebimize uzanan ellerini ortadan kaldıralım, sonuç değişmez mi sizce?
Neden ülkemizin zenginliğini bir avuç şahsa yem edelim, neden varlık içinde yokluk çekelim?
Ve neden, sus payı olarak verilen sosyal yardımlara muhtaç kalalım?
Ve bu son cümle de ‘bu imkansız’ diyenlere gelsin, feodal düzenin yıkılacağı, toprağın halkın olacağı, ağalık düzeninin sona ereceği de bir zamanlar imkansız ve bir ütopya olarak görülüyordu, daha da geriye gidelim kölelik de öyle…
Onur KÖK