İnsanın işi zor.
Üzüldü ve yalnızlaştı.
Ürettiği vesvese ve hurafelerden yeteri kadar payını alan bilgisi de sorunlarını çözmeye yetmiyor. Bundan dolayı da marazlı ve öfkeli.
Öfkelenmeyecek kadar korkak ve çekingen olanlar da günübirlik hayata fit.
Bilimciler neredeyse kendi çalıp kendi oynar yalnızlığında, sanatçılar içine evrilmiş, üretken emekçiler şehirlerin vurdumduymazlığına güç yetiremiyorlar.
Bana öyle geliyor ki, göğün göğsüne yağmurlar ekenler gibi, insanın kucağına köz koyanların hesapları tuttu.
Onlarca savaş çıkardılar.
En kanlı olanı elbette birinci ve ikinci Dünya Paylaşım Savaşlarıydı. Fakat yeni savaşlarda kullanılan yöntemler akla hayale gelmeyecek türdenler. Asimetrikler. Yani çok yönlü, çok boyutlu, mühendisliği iyi yapılınca da baş edilmez yöntemler.
Temel gıdaya ulaşımı engellemekten tutun da zehirli kimyasalların insansız hava araçlarıyla boca edilmesine kadar binlerce çaresiz bırakma yöntemiyle üstün gelmeye çalışan güçler var.
Güçsüzler her devirde ve devlette aynı; insanlığın vicdanına güvenen çoğunluk, halklar, milletler. Onların hepsi bağlı oldukları devletlere, devletlerinin kurmuş oldukları ortaklıklara ve en önemlisi de insanlığın tecrübesine, ders almışlığına bel bağlarlar.
Fakat ne yazık ki kişileri bilgisini, tecrübesini kullanarak yaşatacağı ve dayanışmalı sosyal çevresinden al ile yalıtanlar, benzer yöntemlerle milletleri ve devletleri de büyük kavgaların malzemesi yapamadıkları andan itibaren yapayalnızlığa zorluyorlar. Yalnız kalsınlar, takatleri kalmasın, bizlere muhtaç olsun, hükmümüze boyun eğsin, boyundan büyük işlere karışmasın.
Bu aykırı işleyişin insanlığın kaçması mümkün olmayan kaderi olduğuna inandırmak da bu halin sürekliliğini sağlıyor tabi. Sonuçta bundan kişi kişi olduğu kadar, dünya insanlarının tamamı gittikçe umutsuzlaşacak olumsuz etkileniyorlar. Üstüne de, doğal afetler, iklim değişiklikleri, mültecilik, kaynakların azalması ve psikolojik temelli kaygılar eklenince şaşırtan, kımıldatmaz cendere oluşuyor.
Bu cenderenin sakini olduğu sebebiyle insanın işi zor dedim.
Transhümanist Devrim iddiasıyla, tıpta ve kısmi de olsa diğer alanlarda insanın bedeni başta olmak üzere zihinsel işleyişi süreçlerine müdahil olmayı çare görenlerin hedefleri de, insanı “cendere” dediğim kısır döngüsünden kurtarmak.
Geçmişi çok uzak olmayan bu tür çakışmaların, genetik bilimi, ince teknolojik aletler, sinir duyarlılığına erişmiş, yazılım temelli al-ver akarlarıyla, hataları düzeltme, kapasiteyi artırma, duygu bozan duyarlılıkları sıfırlama, cihaz ve yapay komutla uyumlu bedenler oluşturma gibi dünyayı değiştirecek buluşlara sebep olacağı kanaatindeyim.
Belki diyorum, korkutarak hükmetme, öldürerek sağ kalma, düşmanlaşarak ötekileştirme, aç bırakarak yola getirme ve paralar (taşınmaz mallar) çöplüğünde laçkalaşmak anlamsızlığından kurtulmak adına çok faydalı olabilir.
Korkum o ki, korktuklarının da mucidi olan insan, kendini kendi türünün fenalıklarından kurtarmaya çalışırken, duygusuz, merhametsiz, beşerliğin oylumunda birikmiş, insana arada bir de haddini anımsatan değerler ve ilkeler bütününü kaybedebilir.
Hatta, söyleşen, ağlaşan, bölüşen, kucaklaşan ve tüm bunları anlama tahvil eden ruhun mucizevi işleyişi ortadan kalkabilir.
Transhümanist Devrimciler diyor ki, “makineler bugünkü insanlıktan nöbeti bir gün elbette devralacaklardır.”
Kendimizin sebep olduğu yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktan söz ediyorlarmış gibime geliyorlar.
Suya, sabuna, ekmeğe, kucaklaşmaya,sevinmeye, üzülmeye ve gülmeye lüzum kalmamış bir dünyadan.