Gazetemiz Yazı İşleri Müdürü Onur Kök, ‘Fena Kırmızı’ klibi ile tanınıp sevilen Bora Temmuz ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Mesuli mahlası ile tanınan babası Abbas Turan’ın eserlerini seslendiren Bora Temmuz ile bağlama ile nasıl tanıştığını, Anadolu’ya değer katanları, zengin kültürümüzü konuştuk.
Baba-oğul birlikte halk müziğini yaşatan uyumlu ikiliye ‘kuşak çatışması’ yaşayıp yaşamadıklarını da sorduk. Temmuz ise, Kızılderili önderin yolda giden ahaliyi durdurup, mola verip biraz dinlenmeyi önerirken ‘Biraz yavaş olmalıyız, ruhlarımız geride kaldı” sözlerini hatırlattı.
Merhaba, adettendir; Bora Temmuz’un kim olduğuna dair neler söylemek istersiniz?
Sivas’tan Ankara’ya göçmüş bir ailenin çocuğuyum. Daha doğrusu babamın ve annemin aileleri Sivas’tan gelmişler. İlköğretim, ortaöğretim ve üniversite eğitimimi Başken’te tamamladım, size ve okuyuculara ayıp olmaz ise, Mülkiyeliyim diyebilir miyim?
Elbette.
Edebiyat ve müziğin dışında halk kültürü ile münasebetli birçok konuya duyarlı olmak gibi bir özelliğim var. Bağlama çalarım, şiir yazarım, arkadaşlarımla vakit geçirmeyi, samimiyeti, memleketimi ve dünyanın has değerlerini farklılıklarına bakmadan sever sayarım.
Bütün dillere saygı duymakla birlikte Türkçe’ye, bir de söylediklerini gönüle düşüren kamil insan ve irfan ehline, tabir yerinde ise, bayılırım.
Bu zamanda bağlama, şiir, sahne veya bunların etrafında varlığını sürdüren hayatın kargaşasında Bora Temmuz … Rengine kandığınız söylenebilir mi?
Tutku derecesinde önemseyip hayatıma eklediklerim olmadı değil, ancak bu harika soru ile, eyvah dediklerim olup olmadığını merak ettiğinizi düşündüm. Daha yaşım genç olduğu sebebiyle, söyleyeceklerim hayatın kendi derinliğine kıyasla sığ alanda kalır. Olsun, yine de söyleyeyim; acemilik ve olduğum gibilik zaman zaman pişman olduklarımla tanıştırdı beni. Yani, baştan başlayabilsem semtine uğramayacağım kişi, mekan ve emek harcadıklarım var. Yine de şükür ki, her yaşantı şimdiki aklımdan eleştiri alsa bile eşsiz denebilecek kalitede tecrübe ve bilgi birikimi meydana getirdi. Babamın arabayı bana verdiği zamanlarda, kafe veya alışveriş merkezi boşluklarına gitmek yerine arkadaşlarımı da alıp Neşet Ertaş konserine gitmeliymiş dediğim oluyor. Ya da, Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini, Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanını, Mardinimizin görkemli coğrafyasını, Karadeniz’in türküleri kadar güzel çehresini enine boyuna ve erkenden tanımak isterdim. Size daha ilgincini diyeyim, babamın gece gündüz demeden keyif alarak yorulduğu yaz çiz işinin sırına ermek isterdim, bir de annemin fedakarlığındaki şiirin türküsünü yapmak… O kadar çok şey var ki bu konuda söyleyeceğim. Mülkiye’de okuyor olmanın tadını baştan yaşamak istediğimi söylesem gerisi anlaşılır diye düşünüyorum.
Daha gençsiniz tabi, tecrübelerimiz olmasa umut ve heyecanın kıymetini bilecek bilincimiz oluşmaz diye düşünüyorum. Bağlama ve türkü ile olan münasebetiniz nasıl başladı?
Bağlama ve türküyle münasebetli doğdum desem abartmış olmam, niyesi şu; her evde veya aile çevresinde olmasa bile bizlerinkinde bunlar ekmek ve su gibi sofranın vazgeçilmezlerindendir. Seni severken bile türkülü dil kullanırlar bizim evlerde. Bekli de diyorum, annemin karnındayken bile Pir Sultan, Yunus Emre, Aşık Veysel, Mahzuni, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Ruhi Su, Nurşani, Hazreti Ali, Kerbela, Mustafa Kemal, İstiklal Harbimizin Şehitleri ilgili sevgi ve saygı buğulanan sohbetleri duyuyor öğreniyordum. Gün oldu herbirini de içine alan daha büyük ölçekli veri bohçalarına vakıf oldum, yenilerini ekledim, yorumumu özgürleştirdim ancak rengi değişmedi bende kültürel temelin. Bağlama çalma becerimin gelişmesinin, bizimkileri hüzne boğan öyküsü var. İlkokul yıllarımda, yanılmıyorsam üçüncü sınıftaydım, öncesini teferruatıyla hatırlayamadığım bir kaza geçirmiştim, kaza da öyle sıradan bir dert açmamıştı başıma, çocukluğumun hareketliliğinin son hızı ile camlı bir kapıya çarpmış, ellerim ve başımdan derin kesikler alarak olay mahalinden uzaklaşmaya çalışmış, gücümün yettiği kadar yürümüş, kan kaybından ötürü takatsiz kalıp bir yere yığılmıştım. Allah’ın işidir ki, oradan geçmekte olan, içinde doktoru ve hemşiresi olan tam teşekküllü ambulansın şöförü görmüş, beş dakika kadar kısa bir süre içinde beni Gazi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Bölümü’ne yetiştirmişler. Sol elimin serçe parmağı ve yanındaki parmağın kök erleri cam kesiği olarak kaza yerinde kalmış, bundan ötürü de, o iki parmağım içe dürük hal almıştı. Babam da kendince bir çözüm olarak elimi masaya yapıştırıyor, 150 kez bastırıp bırakarak kasları eski esnekliği kazandırmak için, gözlerinde gördüğüm acı ile her gün üçer seans alarak fizik tedaviye çabalıyordu. Annem, o hale bakamıyordu bile. Başımdaki cam kesiği dersen 100’e yakın dikiş ile barbar bağırıyordu. Sonunda babamın anneme, beni, saygı ile andığım Yüksel Ayoğlu hocama bağlama dersi almam için götüreceğini söylediğini duydum ve aynı gün gittik. Anlamıştım durumu; babam bağlama çalmamdan çok parmaklarındaki dürülmeyi durdurmak, biraz da lastikli müdahale ile açılıp kapatan kasları güçlendirmek istediğini uygun bir dil ile Yüksel hocama anlatıyordu. Velhasıl karar verildi, en güzel saz ile evin biricik çocuğu, üç dört yaşından itibaren koyun koyuna uyuduğu bağlamayla ciddi ciddi uğraşacaktı. Babamın işi ciddiye alışındaki şiddete göre ben de ciddiye aldım, sonunda hem parmaklarımın gelişimi eksiksiz tamamlandı, hem de o zamanki yaşıma göre Ankara’nın iyi saz çalan çocuklarından biri oldum. İlk saz çaldığım zamanların video ve fotoğrafları babamın arşivlerinde duruyor, arada bir denk gelince bunun bir kültür deryasının akarından nasiplenmek olduğuna olan inancıma olan imanım tazeleniyor.
Başınızdaki yara ne tür iz bırakarak yer buldu anılarınız arasında?
İnsanın kişiliğini ele veren ve zamanla yapıp ettikleriyle anlamını bulan hayatın izleri cinsinden bir hal ile duruyor işte şuramda. İşin gerçeği, belli belirsiz olsa da, seviyorum çocukluğumun izi diye. O aralar yakınlarımın yüreklerinden yüzlerine vuran duyarlılığını okuyorum o izin izdüşümünden. Annem babamın arada bir baktıklarını fark ediyorum hükmü geçeli çok zaman olmuş cam kesiklerinin. İlla yara aranacaksa ayrılık ve hasret yarasından daha dikkate değer bir şey olduğu kanaatinde değilim.
Bu konuyu uzattık mı ne?
Sizin anlatmakta öncelik tanımak istedikleriniz var ise oralarla devam edebiliriz, mesela eserleriniz konuşulurken türkü mü, şarkı mı, arabesk mi gibi sorularla karşılaştığınız oluyor mu? Eleştiriler hangi geçesinde ağır basıyor olumlu olumsuz tahterevallisinin?
Eleştiriyi önemsiyorum, bu benim nazarımda çalışmalarımıza ve ürettiklerimize duyarlı olunduğunun belgesi, hatta sevildiğine olan inancımı da destekleyen etkileşimin işareti. Ney ile uğraştığımızı anlatmadan bu konuda dikkatte değer bir şey söylemek samimiyeti eksik hasbihal olur. Şiirde olduğu gibi, Fena Kırmızı sürecine hazırlanırken türkülü kültürün daha ziyade “protest” ve “inanç ekseninde” boyverme şansı bulmuş eserleriyle ilgilenmiştim. Deyişler, toplumsal çarpıklıklara değinen türküler, özgün müzik diye bildiğimiz Ahmet Kaya tarzı eserlerin yanında, sanat müziği ve arabeskin esamesi okunmuyordu, ne zaman ki sanat müziği ve arabesk ile de tanıştım, ondan sonradır ki her birini gönlümdeki yerleri oylumunca eserlere taşımak istedik. Saygıdeğer usta, babam Abbas Turan’ın, nam-ı diğer Mesuli’nin eserlerinin söz dizimleri ve ezgilerini düzenlerken gördüm ki benim beğenim tamamının keşişimine daha yatkın. Geriye de üretmek kalıyordu. Ona sebep, paylaştığımız eserlerde, Anadolu içeriğine hısım olan birçok akım, dil ve ezgi özellikleri tarzımıza uygun belli bir oranda kaynaşmış haldeler. Bu bizim, bilinçle ve severek yaptığımız bir şey. Elbette, bunun doğru veya değerli olup olmadığına dair yargıyı zaman içinde, dinleyiciler, izleyiciler verecektir. Şunu samimiyetle söyleyebilirim, biz günlük kaygıyı sıfıra kadar indirdik. Dolayısı ile üretmeyi en doğru hareket olarak düşünmekteyiz.
Burada, kendi özgünlüğünde bir derya olduğunu düşündüğüm Mesuli mahlasıyla, biraz da mütevaziliği tercih eden Abbas Turan’ın sevdalı desteğini bir daha vurgulamak isterim.
Tam onu soracaktım, baba oğul iletişiminde, özellikle bu alandaki çalışmalarınızda çatıştığınız oluyor mu? Siz daha yenici, Mesuli daha klasikçi mi desek, bilemiyorum nasıl sorsam da ifade etseniz…
Anladım anladım. Şu meşhur kuşak çatışmasının bizim çalışmalarımızın sürecine yansıyıp yansımadığını merak ediyorsunuz, ya da tüm bu sürecin nasıl olduğunu soruyorsunuz. Bakınız, babamın okuduklarının ve bildiklerinin çokluğu bir yana, çalışma ve çabalama sürekliliği de şaşılacak boyutta. Benim kendime ayırdığım zamanlara önceleri aşırı müdahil olur, neredeyse tartışılacak aşamaya gelirdi iş, ben tecrübe kazandıkça, bağlamadaki becerimin sınırlarını, tavır, tarz ve özgünlük bakımından genişlettikçe bana güvendi. Bu benim için de güdüleyici oldu. Babamı çok iyi anlıyorum, iyi ki de ısrarla öyle bir yol izlemiş, yoksa ben bu hızla popülaritenin doruğunda ancak değerlerimin uzağında kalırdım. Hani Kızılderili önder, yolda giden ahaliyi durdurup, mola verip biraz dinlenmeyi önerirken “biraz yavaş olmalıyız, ruhlarımız geride kaldı” demiş ya, babam ile yaşadığımız sınırlayıcı sandığım sürecin birazını buradan çıkarmak mümkün. Şimdi türkü, şarkı, şiir ve onların edebiyatı ile birlikte ustalarını yerel özellikleri ile tanıyorum, neyi ve niçin sevdiğimi bilmenin anlamlılığı uzak durduklarım sebebiyle de yaşıyorum. Toplamında memleketimi ve insanı seviyorum. Bizim evde bunsuz müzikle uğraşmak tatsızlık yaratır, çünkü annem de bu işin iyi bilenlerinden. Bir çok eserimizi onun görüşü olmadan stüdyoya veya sahneye çıkarmıyoruz.
Fena Kırmızı ile başlayan süreç Sevdalara Zam Gelmiş ile devam ediyor, işin içinde mizah da mı var ne? Şiiri de iyi düşünülmüş ancak mizah ögeleri aşk, ayrılık, sevmek, sitem, hüzün gibi duyguların tarlasını işgal etmiyor mu? Ya da, devamı nasıl bu sürecin? Ömrü ile ilgili bir ön kestirmeniz var mı?
Mizah bende hep var, ancak babamın ciddiyetini aşamadık tam olarak, onun da elinde değil diye düşündüğüm için sabırla bekliyoruz. Çocukluğundan beri işe ciddi yanından bakmış, öğretmenliği sebebiyle de bu iyice pekişmiş, evde veya yakın çevredeki milleti kırıp geçiren babamı toplumun tamamının seyirci kaldığı ortamlarda ağırlığın korunmasından mesul hissedersiniz. Dolayısı ile, Sayıkla Seyfettin ve Sevdalara Zam Gelmiş gibi iki tane -nasıl oldu ise- aradan fırlamış eseri havada ararken yerde bulduk. Sazlarını ve akışını düzenlerken sahne tecrübemi de olabildiğince kullanarak, dinleyicinin beğenisine tam denk gelen son hallerini verdim. Bence çok güzel oldular. Mizaha gelince, türkü veya şarkıda mizah ifadesi bana tuhaf gelir, yine de toplumun temel kaidelerini zorlamadan eserleri onunla beslemekten uzak durmamak görüşündeyim. Sürecin ömrü derken eser sayısı mı yoksa benim ilgilenme süremden mi söz ettiniz biliyorum, ancak şunu söyleyeyim, o kadar çok eser var ki son halini vermemi bekleyen şaşar kalırsınız, ancak el içine çıkarmak sanıldığı kadar kolay değil. Bunun hem ekonomik hem de zaman özelinde bedeli var. Sonuçta insanız, geçim de bizim başat gayemiz, sanatın kuramsal birikimine erişmek ve sanat eseri üretmek için ömrümüz yettiği kadar devam edeceğiz. Bizi yaratanın ne kadar zamanı bu uğurda bize nasip ettiğini henüz bilmiyorum.
Olduğu kadar.
Eleştiriler demiştik.
Ha, tamam; olumlular olumsuzların onlarca kat fazlasıyla hayat bulmuş halde. Olumsuz eleştirilerin kökündeki samimiyeti farkettiğimiz andan itibaren gereğini yapmaya çabalıyoruz. Teşekkür ediyorum o bakımdan herkese. Ha bu arada Ufuk Gazetesi yöneticisi olan size ve okuyucular dahil emekçilerine de teşekkür ediyorum. Çok mutlu ettiniz bizi. Sürecin ta başından beri, babam Mesuli’den, yani Abbas Turan’dan ve Bora Temmuz’dan duyarlılığınızı esirgemediniz.
Biz teşekkür ederiz. Sizi izlemeye devam edeceğiz. Başarılar dileyerek.
Varolun.
Bora Temmuz’un YouTube kanalı için tıklayın.